22 Ekim 2023 Pazar

KİŞİSEL SAVAŞ TARİHİM



Dünya üstümüze üstümüze saldırıyor sanki, değil mi?

Sanki yeni bir hal! 


Yahu, bakın 2023-1967=56 yaşıma gelmişim (her seferinde bunu hesaplamam gerekiyor, aklımda tutamadığım rakamlardan biri de yaşım), bıktım usandım bu her seferinde aynı şaşkınlığı taptazeymiş gibi yaşama halinden.


Dünya böyle biryer kardeşim, bütün enerjimizle şaşırmayı bıraksak, belki bir şeyler değişecek.

Bebekliğimde de savaşıyordu, hala bayılıyor bu savaş işine. Kendi savaş tarihime bakayım dedim.

Yetmişlerden kalmayım ya, Ankara Cebeci’de otururduk biz. Siyasal Bilgiler Fakültesine bitişik, altında apartmanın en zengini kebapçıların dükkanının olduğu mütevazi orta sınıf apartmanımızda. Yanda sağcı ve solcu denilen gençler savaşırdı. Çatışma denirdi ama alenen savaşmış, şimdi anlıyorum: silahlar atılıyorsa ve birileri ölüyorsa, o zaman savaşmış da, hafifletirlermiş meğer. Daha yirmisine yeni girmiş, dünyadan bihaber çocukların birbirinden nefret etmesi, ve daha güzel bir Türkiye için ölmeleri, öldürmeleri normalimizdi. O daha güzel Türkiye ile ilgili çatışmalar sanırım daha devam edecek, zira istenen güzelliğe erişemedik.


Sonrası seksenler, Cezayir’deyim. Araplar hep savaşıyor bu arada, ama konu komşu (biz, siz, onlar,hepimiz) pek anlamıyoruz neden savaşıyorlar, pek de umurumuz değil zaten, “onlar Araptır, hep savaşır” kafasında dünya. Fransız okulu yıllarım, o zaman Yasser Amca (sahiden Arap dünyasında nüfuslu babası olan , ve hatta sonradan kendisi de bir prensle evlenip prenses olan arkadaşım Rym kendisinden amca diye bahsederdi) Filistin, İsrail oralarda savaşıyor. Ve anlamaya dahi çalışılmayan bu savaşta, bir katliam olmuş yine, İsrail Arapları katletmiş, siviller yine ve hep öldükleri gibi ölmüşler, ve demek ki öyle fena ölmüşler ki, benim  yüzlü avrupa zihniyetli okulumda, dersin birinde, Araplar için saygı duruşunda bulunmamız istenmiş. Sahne dün gibi önümde: hepimiz ayağa kalmışız,  (okulun çoğu çift tabiyetli Araplardan oluşuyor,  Cezayir’de yaşayan yabancıların gittiği bir okul bu) , pek bir şey anlamamışız ama üzücü şeyler olduğunun idrakındayız. Sınıf arkadaşım iki Alman, sınıfın da en popi (ergen dilinde popüler demek, anlamayanlar için açıklama) oğlanları, ayağa kalkmamış. Bir dakika ayaktayken biz, onlar kılını kıpırdatmamış, öğretmen de “kalksanıza ulan hıyarlar!“ falan dememiş. Kimse bir şey dememiş. Hatta, kendi fikirlerine sahip çıktıkları için, saygı bile gösterilmiş faşistlere. Benim kişisel tarihimde İsrail-Filistin konusu bu sahneden ibarettir. Bakın yıl 1979 muhtemelen. Hesabı siz yapın, beni uğraştırmayın.

Sonrası, seksenler Irak savaşına denk gelirim. Üniversite yıllarım, sınıf atlamışız, Ankara’da elçilikler bölgesine taşınmışız. Amerikan elçiliğine konan bombalar, “Allam, ya füzeler üstümüze düşerse?” diye hazırlanan kaçma çantaları,  stoklanan makarnalar. Bu yiyecek stoklama konusu her gündeme geldiğinde, bu savaşı anarım. Bir arkadaşım da her an kaçmamız gerekir diye hazırladığı çantasına diplomasını koymuştu, ben de hakir görmüştüm: ingilizce öğretmenliği diplomasıydı, ve uzun seneler bayıla bayıla taşıdığım o güzel  kibirimle  dalga geçmiştim,  “yahu, zannedersin kalp cerrahı diploması, naparsın sen ingilizce öğretmenliği diplomasıyla”, diye. Sonrasında Kanada’ya yaşamaya gittiğimde gördüm ebesininkini: en geçer akçe şeymiş ingilizce öğretmenliği! Aldım ağzımın payını, oturdum mal gibi hiç kullanmaya tenezzül etmediğim  mimarlık diplomamla. 


Doksanlar, Afganistan savaşı olsa gerek, ve bilimum bölgedeki savaşlar. Dünyanın başka yerleri ilgim alanında değil ama oralarda da eksik olmasınlar, bir sürü insan savaşmakta. Ikibinler, Kosova trajedisi. Ondan da bir anım var: o sıralar UN Peacemaker, barışgücünde çalışan bir arkadaşımın annesi o sırada Kosova’da, apartopar onu Türkiye’ye yollamıştı, kadıncağızı havaalanından alıp,ne akla hikmetse, bir arkadaşımın ikizlerinin doğumgününe götürmüştüm. Arkadaşım görevini bırakamamış, savaş bölgesinden ayrılamamıştı. Kazakistanlı annesi ise kızını orada bıraktığı için yasta, bense burada gayet normal bir şekilde devam eden hayatıma katmıştım kadını. Bu arada, arkadaşımdan da  o meşhur Birleşmiş Milletler barışgücünün ne kadar savaşa hizmet eden bir örgüt olduğunu  dinlerdim o aralar. 


Derken ikibinonlar, yirmiler, sağımız, solumuz savaşmaya doyamadı dünya.

En yenisi Ukrayna Rusya savaşı: daha yeni Rus pasaportlu yeğenimizi Rusya’da askere alınmasın, aman, diye apar topar  ve gerçekten panik halinde Türkiye’ye getirdik. Şimdi burada vatani görevinde: her erkek için farz görülen o saygın görevde. Nolur nolmaz! Her an savaşa gitmek zorunda olabilir. Parasını verip yaptığı saygın görevi hep topu üç hafta. Allah esirgesin bir şey olsa, buncağızları mı gönderecekler saflara? Askerlik yapmama hakkı da yok kimsenin. Normal bu.


Hayatımızın bu denli içindeyken bu savaş, hala şaşırmamıza şaşırıyorum. Sizler de bir deşin savaş anılarınızı, ki resmi olarak savaşta olmayan, ama nedense gayriresmi çatışmalarda her sene hala ve hala kimbilir kaç şehit verilen bu topraklarda eminim sizlerin de belleği doludur.


Bu denli içiçeyiz o çok şaşırdığımız, hiç istemiyoruz, diye haykırdığımız savaşlarla.


Bu durumun değişeceğini de düşünmüyorum. İnsanoğlu alışık. Bunlar devletlerini, milletlerini bu denli sevmeye devam ettikçe süregelecek bu savaşlar. Fenerbahçeliler Galatasaraydan nefret ettikçe devam edecek. Hepimiz şehirlerimize  dolan yabancılardan nefret etmeye devam ettikçe devam edecek. Üst kattakilerden hala “o kürtler”, “o muhacirler,o göçmenler, o lazlar, o aleviler” diye bahsettikçe devam edecek.


Yaslar ilan edilecek, nedense o yaslardan etkilenenler eğlence sektöründekiler olacak, müzikler susacak, danslar edilmeyecek, ruhlar hafiflemeyecek. Üç gün sonra, herkes kendi işine dönecek. Ve insanlar bütün zaaflarıyla  insan olmaya devam edecek.


Ben de ömrüm yeterse, yenilerini ekleyeceğim anılarıma.


Bu kez de barış dolu günler dileyim okuyanlarıma, da ironinin dibi olsun yazının sonunda.


3 Şubat 2023 Cuma

NASIL YAŞANIR



Nasıl yaşanır, diyorum. Nasıl yaşanır tüm bu arbedenin ortasında. Önemsediğimiz her şeyin bir sonu olduğunu bilerek nasıl dayanılır tüm dünyanın acısına. Sonra diyorum, e, nasıl yaşadın elifcik elli beş yıldır. Pek farkında değildim be bu denli fani olduğumun. En Sartre, en Camus yıllarımda, en nihilist gençliğimde bile hepsi şık bir örtüymüş üstümde: “sizler gibi değilim, sizler gibi değilim” çığlıklarım da güzel bir şovun parçasıymış; kimse gibi olmamaya öykünürken, herkesle aynı kaderi paylaştığımı inkar ederken, putlaştırdıklarımın, diğerlerinin putlarından faklı olmasını kendi farklılığım sanarken. 

Dünyanın berbat ülkelerinin birinde doğmuş olduğuma sürekli kahrettim. Bağırdım çağırdım, kendimce aktivist takıldım. Kendimce, diyorum, çünkü bu kelimenin ne anlama geldiği de bende şu an koca bir hiç. Deli danalar gibi bağırıp çağırmayı, iyilik yapıp, kimseler bilmese dahi kendi köşemde gizli gizli böbürlenmeyi, elini taşın altına koymayanlara sinirlenmeyi bir şey yapmak sandım. Kendimden başka hiç bir boku değiştiremedim. O dediğim de , anca bir nebze.


Dünya kendini tekrar eden hikayeler bütünü, kendi içinde tutarlı aslında. Habire değişiyor, dönüşüyor, nerede başladığı hala muamma, ne olacağını ise bildiğimizi sanıyoruz. Çok biliyoruz, çok konuşuyoruz, çok anlatıyoruz. Neandertallerin dertlerinden farklı dertlerimiz var sansak da, bence yanılıyoruz. Yaşıyor, gidiyoruz aslında. Bir şeye hükmümüz olduğu yanılsamasından alıyoruz gücümüzü. Şu oturduğum apartmana yetmiyor yahu gücüm! Yeni yöneticiden bizi ilgilendiren bilgileri bile alamıyoruz kaç gündür, nerede kalmış dünyayı kurtarmak, Türkiye’yi kurtarmak. Ama öyle olduğunu sanmak bize devam gücü veriyor. Bu berbat ülkede dahi böyle. Sanrılarımız kadar mıyız, yoksa yok muyuz?


E nolacak şimdi, bende o sanrı uçtu bitti, suya düştü, inek içti. Nolacak şimdi? 


Sanrılar bitti.


Sadece bazı güzel şarkılar kaldı mesela. Bazı güzel dizeler, bazı nameler, ritimler.

Mes mots, tes levres douces, mesela. Laurie Dermon, dinleyin, güzel bir valz. Şu an o çalıyor da Spotify’da. Kalbim valslere aşık, başka hayatlarım vardıysa,  bir tanesi romantik devirde yaşamış. Kesin bilgi yayalım.


Ipadimde çizim applerim var, çiz, yaz, boz, saatlerce, günlerce. Akıllıca bir şeyler yapmaya çalışmadığım sürece, sorun yok. Bak, yegane özgürlüğüm bu, dilediğimi yazarım, çizerim. Seçim geliyormuş, altılılar hazırmış, “ejnebi” (babamın ruhu şad olsun, güzel kelime)  konsolosluklar korkmuş, kaçmış, oh olmuş. Dışarı çıkmam olur biter, 60 m2 dünyam yeter, desem de ara ara soruyorum işte, nasıl yaşanır bu dünyada?


Sonra işte böyle yazınca, çizince hatırlıyorum: Bir can hak verilmiş, hodri meydan denmiş.


(Daha fazla bilmiş bilmiş yazıp size daha fazla tüyo vermek isterdim, ama ben de olaya pek hakim değilim, malum. İşte gerisi de, dargınlar barışsın, kutupayıları ölmesin, falan.)


Ve de okuyana sevgiler. 






27 Haziran 2022 Pazartesi

KISIR DÖNGÜ



370 kişi toplamış polis. Toplayan kim, toplanan kim? 

Kırk yıl önce birbirini köşe başlarında öldürenlerle aynı hepsi: bir takım gençler, bir takım gençlerden nefret ediyor. Bu toprakların en bereketli meyvesi nefret. Temel gıdamız bizim. Nefretle beslenen o gençler güzelce büyüyor, zaman değişiyor, nefret edilen şeyler çok az şekil değiştiriyor, sadece yenileri ekleniyor. Sağcılardan, solculardan, dincilerden, Atatürkçülerden, eşcinsellerden kolayca nefret ediliyor. Bugün sadece, her şeyi harika  toplumumuzun dayattığı iki cinsiyetli hayata uymayanlar toplanmış. Bu yaşımda neredeyse katledilmediler de, sadece tutuklandılar diye sevineceğim, çünkü daha beteri  mümkün. tarihimizin kirli torbasında diri diri insan yakmak da var. 


“Kol kırılır, yen içinde kalır” la büyüdük biz. Çok azımız, neden içinde kalsın ki, dedi. O yenlere dönüp bakılmadı, kırılan kollar iyileşti sanıldı. O kırık kollar nedeniyle ailelerde tacizlerin üstü örtüldü, gazetelere manşet olanlar bile görülmezden geldi... Tam üç noktalık cümle sonu oldu bu, durdum düşündüm: cümlem beni gülümsetti: gazeteye üç beş tane de olsa,  doğru şeylerin de manşet olduğu zamandanım ben, bir tür dinozor yani. Herkesin ailesinin en mükemmel aile olduğu ahlaklı zamanlardan geliyorum. Değişir sanmıştım. Çünkü insan büyüyünce görüyor, anlıyor gibi gelmişti. Çünkü büyümek demek, acılardan geçmek, senden saklananların sırrına varmak demek. Ama yanılmışım. Evrim bir noktadan başkasına ilerlemek değilmiş. Bir daire etrafında söylenerek dönüp durmak demekmiş meğer. Dünya çok az değişiyormuş. Ama ha geliştik, ha gelişiyoruz, algısı hep baki. Kafasını az sağa sola çeviren herkes bana katılacaktır eminim. 


Zeki Müren’in farklılığının alkışlandığı yıllarda, bizim arkadaşlarımız avaz avaz bağıran   eşcinselliklerini bizden sakladı. Kızım küçükken eşcinsel olduğunu davranışlarıyla fısıldayan arkadaşları vardı. Aileleri görmezden geldiler, normalleşsin diye cinsiyetine uygun aktivitelere yönlendirildiler. Benim kuşağımın görmüş geçirmiş demokrat eğitimlileri yaptı bunu. Cinsiyet değiştiren de tanıyorum, aileler bölündü bu uğurda. 


Aile, din, devlet kutsal üçgeninin bu kadar önemsendiği yerde ne bekliyorsun ki elifcik, diyorum kendi kendime. Şunu bekliyorum: Aileyi, devleti, dini önemseyen önemsemeye devam etsin isterse, bana ne. Ama abartılmasın diliyorum. Hepsinden daha büyük İnsan var. Kocaman bir evrende toplu iğne başı kadar bir dünyada, bırakın herkes istediği hayatı yaşasın. Zaten yarın hiç birimiz yokuz. Tutuklayanlar da yok yarın, tutuklananlar da. Bundan haberleri yokmuş gibi yaşamakta ısrar edenlerin hiç biri olmayacak bir gün.


Amma velakin, dilemek işe yarasa keşke. Ben daha en yakınlarımdakilerin nefretleriyle ne yapacağımı bilemiyorum. Daha detaya girersem hepten yalnız kalma riskim var, iyisi mi koy bir nokta elifcik. 


Sen bünyendeki nefretlere bakmaya devam. 


20 Şubat 2022 Pazar

ELLİ BEŞ



Dün doğumgünümdü.


Bakıyorum bir kaç senedir genelde özel günlerde ziyaret etmişim bloğumu, diğer zamanlarda daha harika işlerim olduğundan değil. Sadece biraz öykü yazmaya çalışıyorum, onları da yarım yamalak burada paylaşmak istemiyorum. Çalakalem yazmakla olmuyormuş güzel öykü yazmak, işte uğraşıyorum kendimce. Bu alan benim zırvalama, karalama, saçmalama, biri “ne saçmaladın beya!” derse de, “beğenmeyen okumasın” diye şırrakk diye cevabımı yapıştıracağım güzel yer. 


Dün doğumgünümdü, evet. Ve benim muhteşem annem dünü kendi doğum günü sanmış, hazırlanmış, süslenmiş, püslenmiş. Nergis ( O da kim derseniz, bir süredir benim canım ciğerim. Geçekten ciğerim, sayesinde nefes alabiliyorum, annemin yanında yaşayan genç kadın. Bakıcı diyemedim8, yardımcı diyemedim, zira daha ötesinde bir yeri var hayatımda) de laf dinletemeyince pasta masta almaya kalkmışlar.


Zaten karmakarışıktı annem, hepten düğüm oldu diyebilirim. Mevzu artık çözülmesinden umudu kestiğim durumdan ziyade,  annemin kendini ben sanması, bu yaşadığı kafa karışıklığı beni yazmaya ve ahkam kesmeye itti yine. Bilinçaltı 86 yılın zorlu yollarından dışarıya sızdı: ben asla ben değildim zaten. Ben hep onun bir uzvuydum. Neresi belli değil, ama hoyratça sağa sola savrulan gariban ruhunun da tanıyamadığı bir “yeri”ydim. Ne yapacağını bilemediği, hep oynayan elleri, kolları, kaşı, gözü, ağzı gibi bir uzuvdum ben. Kontrol edebildiğini sandığı, kontrolden çıktığını düşündüğü her anda da hor kullanmaktan çekinmediği. Böyle saatlerce tasvir edebilirim bu hali. Annem fazla ajite olduğu için benim ben olmaya hakkım olmadığını anlamam uzun zaman almadı. Senelerdir nasıl kendim olacağımın yolunu bulmaya çalışıyorum.


Ama ben yalnız değilim. Annesi bu çocuk uzvunu kullanmakta daha ehil olan arkadaşlarımın, eşimin, dostumun, çoğunun bunun farkında olmadığın gözlemliyorum. Benimkinden de zor durumlar bunlar, zira geleneği devam ettirmekte devam ediyorlar. 


Aile denen insan uydurması sapır saçma kurumun neticesi, bütün dünyanın canı yanıyor. Neden bunca vahşet, neden bunca şiddet dünyada asla eksilmemiş? Kurduğumuz düzenin sorgulanmaması sebebiyle besliyoruz bunca kötülüğü.   Doğanın kanunu, insan da bütün hayvanlar gibi üreyebiliyor. Yavrular bir anne bir babanın hükmünde. Diyorlar, “bu artık sizin”. Nah bizim! Sadece kendini bulana, kendini bilene kadar koruyup kollayabileceğimiz, asla ne bize, ne de başkasına ait olmayan bir varlık söz konusu olan. Sadece rehber olmamız gereken bir şeye, ömür boyu bir borç yükleyip, taşımasını beklemeye de vefa demişiz. Anneliğe de atfetmişiz bir kutsallık. Benden duymuş olun: ne tanrı kutsal, ne aile, ne de anne. Buna öğretmenleri de ekleyesim var, şimdi öğretmen arkadaşlarım ayaklanmasın ama. Öğrenmeye gönlü olan öğreniyor kardeşim. İyi öğretmen iyi bir şey tabi, ama zaten “ne işi yapıyorsak iyi yapalım” ilkesinden şaşmazsak, öğretmensen zaten işin bu: en iyi şekilde yapmaya çalışacaksın. 


Ellibeş olmuşum meğer. Ellibeş olduğumdan emin olduğumun binde biri kadar ne olduğumu da bilebilseydim keşke. Bu ellibeşin yaklaşık onbeşi ne olmadığımı anlamakla geçti. Annem 19 Şubat’ı kendi doğum günü sanarken, ben daha yeni ikimizin göbek bağından öte bir bağımız olmadığını, onun da yarım asır öncesinde çoktan kesilmiş olduğunu yeni anlamaya başlıyorum. Lafta anlamaktan bahsetmiyorum. O bütün hücreme işlemiş bilginin geçersizliğini daha yeni hissedebiliyorum. Mutluluğunun, hüznünün, hiç bir şeyinin kaynağı ben olamayacağımı daha yeni biliyorum. Benim onu değil de, onun beni bir on on  sene kadar koruyup kollaması gerektiğini, ötesinin fuzuli bir gayret olduğundan daha yeni emin olabiliyorum. “ Fuzuli gayret” dediğim şeyin aslında dünyanın en büyük eziyetinin kibarca söylenişi olduğunu da ekleyeyim şuraya. Kendime acımayı bıraktığımın kanıtı da, bu anne yarası konusunu daha ağdalandırmadığımdan anlıyorum. Yürekdeşen bir hal olduğu gerçeğini yaşayan, tüm büyüyememiş yavrulara da buradan  selam çakıyorum. Farkında olanlar az olsa da, inanın yeryüzünde hiç de az değiliz. 


Muhtemelen bir ellibeş canım daha yoktur. Uzun yaşama isteğimi de gözden geçirmekteyim, zira hala neden yaşadığımı bilemediğim bir hayatı anlamaya çalışıyorum. Kalanıyla gerçekten kendim gibi yaşamayı diliyorum, çok zor olsa da… zira bu yaşlar emeklemeye uygun değil, evrimimde az geride olsam da, yine de gayretim takdire şayan.


Bu neden, nasıl olduğunu tam anlayamadığım hayat denen şey de her şeye rağmen güzel macera. Bu kadar sürdüğüne de şükredeyim, eh tabi bir doğum günü yazısı şükürsüz kalmamalı, değil mi? 


Hepinize bende bir Joe Dassin gelsin o zaman…Joe Dassin’den A Toi ❤️

Şuracığa koyuyorum dileyen buyursun dinlesin… yazının tam burasında Spotify’dan çıktı şansıma. Evriminde geciken hepimize.








22 Aralık 2021 Çarşamba

ÇARE BÜYÜMEKTE






Beni bizim memleket yazar etmişti halbuki.


Amma velakin, artık yazamıyorum. Türkiye’ye döndüğümden beri yazamaz oldum. 

‘Ne desem boş’ halleri. 

‘Dedik dedik de, ne oldu ki’ halleri.


Şimdi Toronto’dayım. Memleket, benim şu fani ömrümde şahit olduğum en absürt günlerini yaşamakta. Ne duymak, ne de görmek istemediğim binlerce şey olmakta. 


‘Türkiye kötü bir  anne gibi’ yazmıştım bir zaman, geçerliliğini koruyor bu savım.


Bizler de büyümemekte ısrar eden veletler.


Büyümeye niyet etsek, bir ağızdan ‘bize bunu yapamazsın’, I diyebileceğiz. ‘Bizim ne talep ettiğimiz’ önemli, diyebileceğiz. Ne kendimizi kıyaslatacağız başka milletlerle- balkonlara çıkıp bizi elalemi göstererek, “bakın, ben size iyi bakıyorum, hepimiz onlardan daha iyiyiz” lerle kandırmaya çalışamayacak. Biz de habire başka ülkelere bakıp bakıp daha kötü veya daha iyi hissetmeyeceğiz. Habire dönüp dönüp geçmişteki üç beş güzel sandığımız anla avunup, ‘o günleri geri isterim’ diye tepinmeyeceğiz. 


Bize ne lazım, en çok neye ihtiyacımız var, bir sustursak şu gürültüyü, duyabileceğiz. Zor da görünse, adım adım, ufak ufak, toparlanabileceğiz. 


Ama önce büyümeye niyet edeceğiz. 


Ve ‘kutsal’ diye ezberlettirilen her şeyi baştan gözden geçireceğiz.


Ne anne kutsal, ne aile, ne de vatan, millet…


Bu devirde, artık bunu farkedeceğiz.


Yoksa ağlamaya devam edeceğiz.


Tüm Ortadoğu, annesiyle ilişkisini sil baştan düzenlemedikçe, değişip dönüşemeyeceğiz.





23 Kasım 2021 Salı

O DOLARLAR SİZE GİRSİN KIVAMINDA BİR YAZI


Türkiye batıyor. Yağmur yağıyor bir yandan. Ben klavyede Türkçe karakterleri düşünmeden bulabildiğime seviniyorum. Her zaman bu kadar kolay olamayabiliyor bu harfleri bulma hali. Genelde düşünerek yazdığımda bulamıyorum ve çok sinirleniyorum. Ama şimdi sinirle yazmaya oturduğumda, hızla buluyor harfleri parmaklarım. Benim klavyede Türkçe karakterler tuşların üzerinde yazılı değil. Uzun süredir yazmaya üşenmem de ondandır, şimdi kim arayacak da bulacak şu şyi, veya çyi. Bak apostrofu da bulamadım, apostrofun Türkçesi var mıydı, sıçtığımın soru işareti neredeydi, diye debelenirken, yazmaktan soğudum vallahi. 

Ama bugün yazacağım, zira sinirliyim. Yine, böyle bir memlekette doğduğum için sinirim. Vardır sebebi, bak sayesinde olgunlaşmaktasın vs vs gibi telkinlerin sökmediği günlerdeyim. Memleketin bir kısmı hala giyip giyip soyunmakta, dev Trendyol tabelalarında memleketimin  güzide tanınmış suretleri, koşun koşun Trendyola, apostrof aranamadı, bulunamadı, diye haykırıyor. Trendyol geçmiş direksiyonuna memleketin, diğer meczuplar mecliste, oyuncak yapmışlar bizi, indir dövizi, çıkar faizi, ya da her neyse, tam tersi...

Diğer yarısı zaten hep akışta... Ne denir bilemiyorum. Aklıma İzel, Çelik, Ercan şarkısı geliyor hep bu akıştayım lafını duyunca. Ateşteyiz biz ateşte, diye haykırasım var, ne akışı lan! Altımızda dev bir kazan! Bak ünlemi buldum sevindim iki kez kullandım. Darısı soru işaretine. Akışlar, şükürler gırla. Herkes ha erdi ha erecek, veya ya ereceksin bu memlekette, ya ereceksin... Sağlıklı beslenmeyi de unutma, mercimekler beklemesi lazım bir gece suda, yoksa zehirleniyorsun, sarımsakları dövünce yemek yok, on dakika da orda bekle... Sağlıklı yaşa, yoksa ölürsün, hatta sürünürsün. Hangi kolajeni neremize sürecektik, yoksa yiyecek miydik...Acı haber,  soru işareti hala bulunamadı. Ve diğer acı haber, hepimiz bir gün öleceğiz gençler... Sarımsağı bekletenler de ölecek, sabırsızca hemen lüpletenler de. Bütün dünya takmış bu sağlıklı beslenmeye ama bizdeki kadar uzman yok valla.

Herkes beslenme uzmanı, herkes bir eğitmen. Herkes robot süpürge de alacak, kesin emir, çünkü herkes temiz bu memlekette. Herkes hayvan sever, herkes sokaklardaki kedi köpeklere mama koyacak. Hatta martılara, kuşlara, sineklere, böceklere yemek verilecek. Arkasından gelene kapıyı tutacak kadar insana değer vermeyen halkım, kedi köpekler için canını vermeye hazır. 

Geldiler yine bana, anlaşıldığı üzere. Bu iyimser, her şey sonunda çok güzel olacak, bak kadınlar dayanışıyoruz, el ele verip oynaşıyoruz, halleri de geliyor soldan soldan. Koca bir kendini kandırmaca halinde ülke. Körler sağırlar kurmuşlar sofraları, yenilmekte, içilmekte...

Napsınlar, umut da mı etmesinler, diyorum bazen, sağ tarafımdan kalktığımda. Etsinler, bana ne. Ben kendi işime bakarım, bana ne  diyorum. Evet evet, iyisi mi ben sadece kendime bakayım. Zaten çemkirdim rahatladım... Gün sayayım bir de... Az kaldı...

Okuyana kosun diye bitiresim de vardı, ama geçti bak... Okuyana sevgiler kıvamına geldim bir kaç paragrafta...

25 Haziran 2021 Cuma

YOLLARIN GETİRDİĞİ



Şu sıralar hep yollardayım, farketmişşinizdir. (Bak bu kafa anamın kafası: herkes evinde oturmuş, çıt çıt çekirdek çitleyip, hele şu elif napıyor bir bakalım diye beni gözetliyor sanırsın! Napcaksın, kafa Türk anası kafası, atsan atılmıyor satsan satılmıyor, , kabullendik oturduk)

Evet, bu oturup beni seyreden kafamdaki kalabalığa sesleniyorum ben de zaten. Geziyorum, zira yarı zamanlı bir emeklilik işim oldu, ona sonra geliriz. Ben geziyorum,   onlar da bana para veriyorlar diye özetleyeyim. Karşılığında ise gizlice bir şey yapmaktayım. Annem karanlık işlere karıştığımı düşünüyor. Oysa gayet aydınlık işler, kimse korkmasın.

Diyeceğim şey başka. Ben memlekete döndükten sonra epey bir bunalımlara gark oldum. İnsan uzaklaşınca unutuyor bir şeyleri. Taze alınmış Kanada vatandaşlığımın da etkisiyle, sümüklüböcek misali, çıktığım kabuğumu beğenmeyip, aslen birinci dünya ülkesi vatandaşıymışcasına isyanlar ederken, günlerim stresle geçerken buldu bu iş beni. Dedim eyvallah. Ve çıktım yollara.

Seyahat, yani hareket etmenin mucizesi devreye girdi, ve bendeniz, her gittiğim yerde aslında sanki para kazanmaya gitmedim de, memleketle barışma turuna çıktım adeta.

Kelebek mobilyada çalışırken severdim bayileri dolaşmayı. Ve epey bir yeri de görmüştüm. Daha doğu turları moda olmamıştı. Batılı hatunlar, günlük hayatta  yan apartmandaki kürtlere burun kıvırırken,  toplaşıp toplaşıp Urfa'da sıra gecelerinde doğu hayranlıklarını haykırmaya başlamamışlardı henüz.  Otuzlarımdaydım. Bana büyük bir aydınlatma yaşatmıştı o geziler zamanında. Aynı yerleri elli kafasıyla dolaşıyorum şimdi. Çoğu yer aynı pejmurdelikte. Ben hala turist kafasıyla dolaşamıyorum, yani 'ay ne güzel Erzurum! Ne güzel Mardin' kafasında değilim. Ve iliklerime kadar hissediyorum boşvermişliğimizi, çırpınışımızı, ulusça depresyonda oluşumuzu, özetle faniliğimizi.

Eskiden kızdığım şeyler, gözüme hüzün olarak yansıyor. Çok tatlı insanlara rastlıyorum, kendi kendime utanıyorum önyargılarımdan. Çok çeşitliymişiz gibi sanıyoruz kendimizi Türkiye'de. Değiliz aslında. Kapkara çarşaflı Konya'nın göbeğinde, Japonların yaptığı bir bahçede, gerçekten Kyoto'daymış gibi dolanırken, bizden fotoğraflarını çekmemizi rica eden iki delikanlının, o hep aşağıladığım kıytırık yeni yetme lise kıvamında tıp üniversitelerden birinden mezun olduklarını duyduğumda, ben karşımda sadece hayatının başında iki taze genç gördüğümde kendime şaşırıyorum. Kalbimde zuhur eden şey, gerçekten onlara şans dilemek oluyor. Başka hiç bir duygu eşlik etmiyor buna.

Ya da Kerem'le 'gelinlik mi bu, nişan elbisesi mi', diye aramızda tartıştığımız güzel elbiseli tesettürlü güzel kızın nişan fotoğrafları çekilirken seyrediyorum. Ve sadece kızın ne mutlu olduğunu görüyorum. Elbise gözüme kiç görünmüyor bundan sonra. 

Aynı bahçede ilkokul mezuniyet törenine denk geldiğim kız çocuklarının sadece birkaç tanesinin başının açık olması beni mutsuz etmiyor. Sadece sevinçli oldukları radarımda.  Ve de çocuk oldukları.

Bambaşka bir ülkede dolanıyorum, alıştığımdan farklı. Anlamaya gayretim büyük. Kerem az evvel bana bir arap ülkesinin çocuklarının bizde üniversitelere  sınavsız gireceklerini ve başka haklara da sahip olacaklarını söylerken, onu susturuyorum hala. Canım hassas, acıyor.

Ama ben  insanlara karıştıkça bu ülkede,  sadece sevinen, üzülen, korkan varlıklar görüyorum etrafta. Ne kadar aynıyız aslında, sadece onu görüyorum. Seyahatler mucizesini gösteriyor. Bir şekilde yol alıyorum, anlıyorum.

Okuyana sevgiler...